BİR ZAMANLAR MAZİYE BAK, NE KADAR ŞENDİK

CANAN ERCAN ÇELİK I BUSINESS LIFE YAZARI

“…Bu zikzakların peşinden düşüp kalkmak, duygu gürültüsünde savrulup durmak bizi ne kadar yoruyor, farkında olmuyoruz.
Hatta bazen o kadar çok duygu oluyor ki düşünceye yer kalmıyor.
Ve hatta o kadar çok duygu gürültüsü var ki gerçek ve kırılgan duygu oturacak yer bulamıyor.”
Ece Temelkuran


Ankara’da büyüdüm. O zamanlar Ankara, kültürel temeli çok güçlü bir memur ve öğrenci kentiydi. Arkadaşlarımızın ebeveynlerinin ne iş yaptığını bilmezdik, kimse kimseyi ayrıştırmaz, ekonomik seviyesinden, inancından, etnik kökeninden kimselere sual olmazdı. Ortak sevinçlerimiz vardı, ortak hayallerimiz, ülkece yürek kabarmalarımız. Kendimizle beraber bu ülkeyi de inşa edeceğimize, ileriye götüreceğimize inanırdık. Cumhuriyet’in temel ilkelerine, hukuka, kurumlara güvenirdik ve geleceğe umutla bakardık. Zihinlerimizde ‘öteki, ‘yandaş’, ‘liyakat’ gibi sözcükler yer etmemiş, sosyal medya kirliliği, yolsuzluklar, ahlaksızlıklar bu denli gelişmemişti. Kutuplaşma, ayrışma tornalarından, ayrımcılık yollarından geçmemiştik. Onca yoksunluğa karşın mutlu, daha önemlisi umutluyduk.

Daha incelikliydi ilişkilerimiz. Bir usul, edep, nezaket vardı. Ve daha kapsayıcıydı hayata bakışımız. ABD’de 6 aileden 1'i siyasi görüşleri nedeniyle aile bireyleri ile görüşmüyormuş. Biz de bu oranın ne olduğu belirsiz. Ama bu perspektiften olmasa da başka perspektiflerden o denli çatışır, ötekileştirir olduk ki, hoşluklar, takılmalar, tatlı tatlı atışmalar çoktan tükendi. Ezeli rekabet deyip tribünde iç içe otururken ebedi düşmanlık moduna geçirildik. Şiddet her boyutta arttı.

NASIL AYRIŞTIK?

Biz nerede bu özü, saygımızı, hoşgörümüzü, neşemizi, ortaklık hislerimizi kaybettik? Her güne daha kaygılı, daha gergin ve tahammülsüz başlar olduk. Benim rengim, benim doğrum, benim tarafım diye ayrıştıkça ayrışıp mutsuz, anlayışsız bir toplum olduk.

Harvardlı akademisyen Dr. Arthur Brooks, mutluluğu yaratan unsurlar içinde genetik yapının yarı yarıya etkin olduğunu, diğer yarıyı da eşit şekilde çevresel şartlarla, kişinin kendine ilişkin faktörlerin oluşturduğunu söylüyor. Yani hayata pozitif bakan ebeveynler bize en hoş mirası aktarıyor. Öyle değillerse iş iyice başa düşüyor. Çünkü mutluluk bir sorumluluk ve seçim. Bu durumda çok daha fazla efor ve enerji gerektiriyor. Maalesef, içinde bulunduğumuz çevre şartları da öylesine olumsuz ki yaşadığımız iklim duygusal dayanıklılığımızı sürekli testten geçiriyor. Geriye kalıyor bize ait bir çeyrek. Onun içinde de mutluluk dört faktörle ilişkilendiriliyor, ancak beklendiği gibi paraya, güce, hazza bağlanmıyor. Kendimizden öte daha büyük bir varlık /düzen olduğuna dair İNANÇ (faith).

DAHA UZUN VE MUTLU YAŞAYANLAR

Kendimizle, ailemizle, arkadaşlarımızla ve toplumla kurduğumuz bağların önemi ve mutluluk üzerine etkisi 1938 yılından beri yine Harvard nezdinde yürütülen ve nesiller boyu süren bir başka araştırmada da net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bedensel sağlığına ve ilişkilerine odaklı olanların daha uzun ve mutlu yaşadıkları görülüyor. İlişkiler, bizi dinleyen, anlayan kişilerin varlığı stres seviyemizi dengeleyip, duygusal savrulmaları azaltıyor. O zaman her şeye rağmen, tüm bu toksik, kaba, önyargılı, ayrıştırıcı düzene ve çevre şartlarına rağmen bedensel sağlığımıza özen gösterip, ilişkilerimize emek verirsek hala mutlu olma, hayatı başka şekilde akıtma şansımız var demektir. Buna bir de bir amaç, fayda yaratma boyutu ekleyebilirsek altın anahtarı elimize almış oluruz.

Öyle ki, o anahtar kaybettiğimiz neşeyi, kırılmış umutları, zayıflamış inançları da onarıp yeni kapılar açmak için de çalışabilir.

Yeter ki niyet edip emek verelim.


“Hiçbir kere hayat bayram olmadı
Ya da her nefes alışımız bayramdı.”
Bulutsuzluk Özlemi

BUSINESS LIFE