PROF. DR. EMRE ALKİN I EKONOMİST / İSTANBUL TOPKAPI ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ
Ekonomik dengesizliğin önemli bir kısmı, birçok ülkede dikkatle korunan sözde serbest piyasa ekonomisiyle buna uymayan hükümetlerin siyasi yaklaşımları arasındaki farktan kaynaklanıyor. Biraz tarihe dönelim: 90’lar sıkça “altın yıllar” olarak anılır. Bu dönem, piyasa ekonomisinin ve liberal demokrasinin güçlendiği, barış ve refahın hüküm sürdüğü, küresel iş birliğinin arttığı bir zaman dilimi olarak kabul edilir. Avrupa’nın entegrasyon yolunda önemli adımlar attığı, Batı blokunun görece uyum içinde olduğu, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Rusya’nın reformlara başladığı ve Çin’in henüz tehdit olarak algılanmadığı bir dönemdi. Özellikle Avrupa’daki demokrasi, sosyal adalet, terör sonrası barış, sanat, kültür ve spor alanlarındaki gelişmeler dikkat çekiciydi. Yaygın kanaat şuydu: özgür irade olmadan demokrasi iyi sonuçlar veremez. “İyiler kötülere karşı zafer kazanmıştı” ve tüm ulusların birlikte ilerlemesi bekleniyordu. Ana fikre bakıldığında kulağa hiç fena gelmiyor. Nitekim, bu ideale yakın kısa bir dönem gerçekten yaşandı. Ne yazık ki, Y kuşağı bu kısa zaman dilimini kaçırdı.
BÖLÜNMÜŞ BİR DÜNYA
Her şeyi değiştiren olay ise 11 Eylül 2001’di. Bu tarihten sonra dünya Doğu ve Batı olarak bölündü, huzursuzluk, acı ve katliamlar yaygınlaştı. Kaosu yaratanlar, kendi eylemleriyle düzen kurma hakkını kendilerinde gördü. Sonuç olarak güvenlik kaygıları ve varoluşsal sorgulamalar öne çıktı. Hükümetler özgür iradeyi göz ardı etti ve “ya bizden yanasın ya da bize karşısın” zihniyeti, mahalle baskısı kadar yaygın hale geldi. Hükümetler, kamu harcamalarını önceliklendirdi. Normalde serbest piyasa ekonomisi bireylere alım-satım yapma ya da yapmama özgürlüğü tanır. Ancak bu olumsuz gelişmeler -bozulan ekonomik dengeler, yükselen enflasyon ve dayanılmaz yaşam maliyetleri- insanlarda, ihtiyaç duymasalar da her şeyi hemen satın alabilecekleri ve geleceğe bir şeyler biriktirebilecekleri yanılsaması yarattı.
Doğru fiyatlama ve satın alma davranışlarındaki bozulma, hükümetlerin vatandaşın refahını korumak yerine “hayatta kalma meselelerine” kamu harcamalarını yönlendirmesinden kaynaklandı. Çünkü devlet ile hükümet arasındaki çizgi bulanıklaştı. Pek çok ülkede iktidardakiler görevde kalmanın yollarını aradı ve siyaset tüm diğer alanların önüne geçti. Kamu harcamaları fırladı; bütçe açıkları, aşırı borçlanma ve sefalet el ele yürümeye başladı.
KÜRESEL RİSKLER
Ne yazık ki bugün dünyanın karşı karşıya olduğu riskler artık hükümetlerin ya da devletlerin tek başlarına çözebileceği türden değil. Sorunlar öyle boyutlara ulaştı ki, hükümetler birleşse bile bu sorunların üstesinden gelemez.
Devlet başkanları düzeyinde yapılan zirveleri izlediğimde çoğu zaman acı acı gülümsüyorum. Dünyayı yönettiklerini sanıyorlar, ama aslında sadece top çeviriyorlar. Hatta mevcut riskleri daha da tehlikeli hale getiriyor olabilirler. Örneğin, Dünya Ekonomik Forumu tarafından tanımlanan en büyük risk “yanlış bilgi ve dezenformasyon.” Bu riski yayanların başında bizzat hükümetler geliyor. İklim değişikliğine bağlı aşırı hava olaylarını engelleyecek güçleri yok; Paris Anlaşması'nı reddederek niyetlerini açıkça gösteriyorlar. Savaşları önleyebilecek güçleri olsa bile iktidarda kalmak için çatışma çıkartıyorlar. Toplumsal kutuplaşma en büyük risklerden biri, ama bunu artırmayı tercih ediyorlar. Siber casusluk ise çoktan favori faaliyetlerinden biri oldu. Hava kirliliği umurlarında değil; çünkü korunaklı alanlarda yaşıyorlar. Eşitsizlik, onların varlık sebebine dönüşmüş durumda. Kendi çıkardıkları savaşlar yüzünden ortaya çıkan göç dalgaları kriz yaratıyor ve bazıları bundan çıkar sağlıyor. Daha da endişe verici olanı, bazıları bu göçmenleri oy karşılığı vatandaş yapmaya çalışıyor. İnsan hakları ve özgürlükler umurlarında değil; sürekli güvenlik söylemiyle otoriterliğe yöneliyorlar.
HÜKÜMETLER RİSKLERİ AZALTMIYOR, İKTİDARLARINI PEKİŞTİRİYOR
Bahsettiğim tüm bu riskler, önümüzdeki iki yıl içinde karşılaşacağımız sorunlar. Hükümetler ya da iktidardakiler, bu riskleri azaltmak için hiçbir çaba göstermiyor. Sadece kendi iktidarlarını pekiştiriyorlar. Uzun vadede, önümüzdeki on yıla baktığımızda, büyük risklerin yaklaşık yarısı çevresel konulardan oluşuyor. “Aşırı hava olayları, biyolojik çeşitliliğin kaybı ve ekosistemlerin çöküşü, küresel sistemlerdeki kritik değişiklikler, doğal kaynak kıtlığı ve kirlilik” önümüzdeki on yılın başlıca tehditleri olacak.
İlginçtir, önümüzdeki on yıla dair tanımlanmış bir ekonomik risk görünmüyor. En başta da söylediğim gibi bu tür politikalar serbest piyasayı tamamen raydan çıkaracak ve bunun sonucunda toplumsal ve teknolojik riskler gündeme gelecek. Yanlış bilgi ve dezenformasyon yüksek risk olmaya devam edecek. Yapay zeka teknolojilerinin olumsuz etkileri derinleşecek. Siber casusluk tüm hızıyla sürecek ve eşitsizlik ile toplumsal kutuplaşma -mevcut siyasi uygulamaların doğrudan sonucu- devam edecek.
FABRİKA AYARLARINA DÖNÜŞ
Peki neden tüm bunları yazdım? Çünkü bizim de nefret ettiğimiz şeylere karşı olduğunu iddia eden siyasetçilere oy verip sonra kenara çekilip onların dünyayı nasıl mahvettiğini izlemek ve hala yatırımlarımıza, paramıza ne olacağını merak etmek büyük bir ahmaklık. Mesela, Trump gibi bir sosyopat hakkında artık yeterince bilgiye sahibiz. Sadece beş ayda Amerikan tarihinin en fazla başkanlık kararını imzalayan biri olarak dünyayı felakete sürüklemesi çok muhtemel.
Acaba kaç Amerikalı kendi kendine, “Biz bu adama neden oy verdik?” diye soruyordur? İsterseniz size bir anket sonucunu paylaşayım: Amerikan halkının en çok şikayet ettiği konular: enflasyon, yolsuzluk ve organize suç. Ardından bütçe açıkları, yasadışı göç ve gelir adaletsizliği geliyor. Irkçılık da halkın endişelendiği konular arasında. Peki ya dış ticaret açığı? Aslında, Amerikalılar için bu en önemsiz mesele. O halde başkan neden bu konuyla bu kadar ilgileniyor? Çünkü çoğunluğun oyuyla iktidara geldiği için her şeyi yapabileceğini düşünüyor. İşte burada çok önemli bir ayrımı anlamamız gerekiyor: Çoğunluğun oyunu alarak iktidara gelenler, yasalardan aldıkları güçle politika uygulayabilirler. Ancak bu gücü kullanırken, yasaların mantığına uygun hareket etmek zorundalar. Aksi takdirde, meşru sayılmazlar ve verdikleri kararlar da meşruiyetten yoksundur. Meşruiyeti olmayan kararların ekonomik, sosyal ve diplomatik olumsuz sonuçları olur. Bu nedenle, iktidarda olanlar hem toplumsal onay almalı hem yasal çerçevede, geçerli gerekçelerle hareket etmelidir. Bunun ötesinde kalan her şey demokrasi değil, despotizmdir. Böyle bir siyasi ortamda serbest piyasa kuralları işlemez. Fabrika ayarlarına dönmemiz gerekir.
Bir ekonomist ve bilim insanı olarak şunu açıkça söyleyebilirim:
Son derece sancılı bir süreçten geçiyoruz ve sonunda iki seçenekle karşı karşıya kalacağız:
Ya uyanıp liberal demokrasinin nimetlerini hatırlayacak ve ona geri döneceğiz ya da “iyi kalpli” diktatörleri seçip, izin verildiği sürece konfor içinde yaşamayı deneyeceğiz.
Üzgünüm ama üçüncü bir seçenek yok.